Yazdır  
KIZIL ADA MADAGASKAR

Uçağımız, fakir ve mutlu insanların ülkesi Marco Polo’nun tanımı ile “Kızıl Ada” Madagaskar’ın ikinci önemli şehri ve önemli limanı olan Mahajanga’ya konuyor. Bu adanın daha başka isimleri de var. “Yaşayan açık hayvanat bahçesi” veya “yeryüzündeki cennet” gibi. Kimine göre Asya-Afrika arasındaki “kayıp kıta” ya da “kıta-ada”. “Kıta” çünkü kuzeyinde yağmur ormanları, ortasında yüksek plato, güneyinde çöl, doğusunda ise Hint Okyanusuna paralel sıradağları var. Sonraki durağımız, ülkenin başkenti. Hani ismini telâffuz etmesi çok zor olan Antananarivo… “Bin askerin kurduğu kent” anlamına geliyormuş. “Ama halk kısaca “Tana” diyor.

benadryl and pregnancy category

benadryl pregnancy nausea topogroup.com

            Bin beş yüz metre yüksekliğindeki platoda kurulan Antananarivo, siyaset ve devletin merkezi olduğu gibi, üniversitesi ve kolejlerinden dolayı fikir hayatının da merkezi. Büyük şirketlerin, maden işletmelerinin, bankaların ve sigorta şirketlerinin toplandığı yer olması, aynı zamanda ticaretin de merkezi olmasını sağlıyor.
            Eski şehir, tepenin üstüne kurulmuş. Kraliçenin 1996 yılında yanan şahane ahşap sarayının duvarları tüm heybeti ile sanki “ben buradayım” diye haykırıyor. En önemli işlere imza atmış kraliçeleri Ranovalana (1828–1861) zamanında Jean Laborde isimli bir Fransız’ın silâh fabrikası kurduğu düzlük, daha sonra yeşil alan olarak değerlendirilmiş.
Şehrin trafiği bir cehennem, yollar dar ve araba sayısı fazla. İşin ilginç yanı başkentin etrafı hâlâ yeşil pirinç tarlaları ile sarılı. Bizdeki gibi henüz kurutulup iskâna açılmamış. Hatta hatta yıkanan çamaşırlar, yol boyunca uzanan çimlerin üzerine güzelce serilmiş. Şehrin ortasındaki Anosy gölünün suyunda nitrat bulunmuş ama gene de hanımlar içinde yıkanıyor.
Antananarivo’nun yeni bölümü İmerina Vadisi’nde kurulmuş. Tüm eski ve tarihî binalar tepe üstünde. Böylece sağlam kayada depremden korkmadan yaşıyorlar. Eski Antananarivo’nun sokaklarında çok sık kiliselere rastlamak mümkün. Dünyanın en büyük pazarı Zuma bu kentte kurulur. Tana’nın evlerinin yarısında halen elektrik ve su yoktur.
Ülkenin en büyük sorunu nüfusun hızla artması. Nüfus planlaması yok ve nüfus bir çığ gibi artıyor. Adada, yetişkin kadın başına ortalama 6 çocuk düşüyor. Ülkenin doğurganlık oranının bir dünya rekoruna doğru gittiği kesin. Kentlerdeki bu yoğun nüfusla yaşanan çevre sorunları ve kirlilik ise ülkenin ikinci büyük sorunu.
Artan nüfusu beslemek için kesilen ağaçlar ve yakılan bitki örtüsü yerini pirinç tarlaları, zebular için meralar ve evler alıyor. Kısacası yoksulluk doğal hayatı bitiriyor. Ama bu adada moda fotoğrafları çeken Okan Bayülgen’in yorumu ile sahiden de “Madagaskar’da canınızı acıtan sefalet yok”.
 
 

Zebu, İlle de Zebu

 
Bir doğa harikası olan Madagaskar’da doğanın hızla yok edilmesinin iki temel nedeni var: Pirinç ve “zebu” sahibi olmanın vazgeçilmez tutkusu. “Zebu da ne?” diyeceksiniz. Madagaskar’ın inek ve öküzlerine verilen ad! Adada, Çin'de olduğu gibi herkes her öğün pirinç yemek zorunda sanki! Pilav diyemiyorum; çünkü pirinç olduğu gibi kaynatılıyor; yağ yok! Galiba biz buna “lapa” diyoruz. Yıllardır ormanlar yakılıp yok edilerek yerlerine pirinç tarlaları oluşturulmuş. Bu arada bir itibar göstergesi olan zebu beslemek için de otlak gerekiyor.
Bu cümleyi okuduğunuz sırada bir dekar orman daha can çekişerek yokluğa karışacak. Zengin doğa, yoksul insanlara kurban gidiyor. Dünya Doğal Hayatı Koruma Derneği burada uzun vadeli bazı projeler başlatmış. Bunların arasında, var olan pirinç tarlalarının kanal ve gübreleme ile verimini artırmak, ağaç dikmek, tarımı modernleştirmek, millî parklar oluşturmak gibi girişimler var. Elli arazi, sahiplerinden satın alınıp milli parka dönüştürüldü.
Hatta Madagaskar okullarında “çevre koruma”, zorunlu ders olarak okutuluyor. Ama bütün bunlar doğa zengini, dünyanın en zengin flora ve faunasına sahip Madagaskar’ın dünya mirası ekolojisini her geçen gün daha fazla yok etmesine maalesef engel olamıyor. Oysa buradaki zenginlik, tüm dünya için önemli. Örneğin, Madagaskar menekşesi, kan kanserinin tedavisinde en etkili ilâç.
Gerçekten de, Madagaskar bir ada olmasına rağmen, tam bir kıt'a gibi de kabul edilebilir. Ayrı iklimi, ayrı topografyası ve dikkate değer florası ve faunası var çünkü. Örneğin lemurlar dünyanın başka hiçbir yerinde yaşamıyor. Dünyanın hiçbir yerinde buradaki kadar çeşitli bukalemun bulunmuyor. Dünyadaki sekiz çeşit baobabın da altı çeşidi burada yetişiyor. Kaktüslerin de çok çeşitli türleri bulunuyor. Kültürel anlamda da bu farklılık ve zenginlik gözlemleniyor. İki bin yıllık geçmişinde Ortadoğulu, Afrikalı ve Avrupalılar derin izler bırakmış.
           
 

“Fady” ile Solur Bu Ülke

 
“Fady” ile solur Madagaskar. “O da nesi?” diyeceksiniz. “Fady”, Madagaskar’da günlük yaşamı belirleyen inançların tamamıdır. “Tabu” anlamına geliyor ve çeşitli gruplara ayrılıyor. Örneğin, ölmüş aile büyüklerinin yaşayanlar üzerindeki güçlü etkisine “Razana” denir. Aile büyükleri, en iyisini bildikleri için, onlar ne derlerse yapılıyor ve onlara asla kızılmıyor. Evde, sokakta, her yerde ataların belirledikleri kurallar, yani fady’ler var. Bunların bozulması hâlinde, gazaba uğrayacaklarına kesin gözüyle bakılıyor. İşte bu durumda onları yatıştırmak için zebuları kurban etmek ve günler boyu törenler düzenlemek gerekiyor. Madagaskar’ın gerçek sahibi sayılan ataları gücendirmemek için uyulması gereken fady’ler ise çok çeşitli ve bölgeden bölgeye, kabileden kabileye değişiyor. Yatağın evin kuzeydoğu köşesine konulması, evdeki iki kapıdan sadece birinin kullanılması, diğerinin ise sadece ölen kişiyi evden dışarı çıkartmak için açılması gibi… Erkek kardeş, kız kardeşin ayağının üzerinden atlayamıyor. Kız kardeş de erkek kardeşin elbiselerini yıkayamıyor.
Hamile kadınların, şekli eğri büğrü olan zencefilden yememeleri bir fady’den kaynaklanıyor; çünkü çocukları şekilsiz olabilirmiş. Yumurta (bizdeki bıçak ve makas gibi) elden ele verilmiyor. Şaşırıyorsunuz değil mi? Duvara tekme atmak atalarını kızdırır. Durun, daha bitmedi. Bunlar henüz nispeten “normal” olanları. Şimdi daha da şaşırmaya hazırlanın: Güneyde bir kabile tuvalete girmeyi, bir başkası ise toprak ataların içine gömüldüğü kutsal bir madde olduğuna göre dışkısını gömmeyi bir fady olarak kabul ediyor. Antanosylerdeki fady’lerden birine göre ölü gömücülerin işlerini yaparken çıplak olması gerekiyor. Betsimisaraklarda oğulun, babası hayatta olduğu sürece ayakkabı giyememesi, yani yalınayak olma fady’si de oldukça ilginç. Kocası ölen bir kadının tekrar evlenebilmek için, ölümünden iki gün sonra kocasını mezardan çıkartıp onun onayını alması (!) gerekiyormuş. Bazı yörelerde de ölen aile büyüğü evde 40 gün saklanıp bu sürenin sonunda bir törenle arka kapıdan çıkartılıp mezara götürülüyor.
            Bu tabular bazen herkese yönelik olduğu gibi, bazen de her ailenin, hatta her bireyin kendi tabusu olabiliyor. Kısacası, seç beğen al; tabulardan tabu beğen. Ben bu ülke insanlarının tümünü, dolayısıyla tüm ülkeyi “obsesif” olarak kabul ediyorum. Bizdeki batıl inançlar buradakilerin yanında çok masum kalıyor. Kötülüğü kovmak için tahtaya vurup, sonra da vurduğunu unutup “Kim o?” diyen fıkra kahramanı gibi masum; “Hiç batıl inancım yoktur.”, diyen ve bunu derken tahtaya vuran adam gibi komik.
            Bu fady'ler anlata anlata bitmiyor ki… Buyurun, devam edelim:
            Mezarlar tahta işlemelerle süslü ya; işte bu tahtalara zarar vermek, ölüme yakın olmak demek.
            Bireysel tabulardan kimisi yiyeceklerle ilgili. Örneğin, kimisi tavuk, kimisi de domuz yemiyor. Hiç anlaşılmayan fady'ler arasında kadınların inek sağmasını engelleyen bir fady var. Süt içerken şapka giyilmesini engelleyen fady'yi de anlayabilene aşk olsun.
            Yerler de tabularla sınırlanıyor bu ülkede. Örneğin, birinin öldürüldüğü yer ya da öldüğü ev birdenbire fady olabiliyor.
            Eğer hasta olduysanız yandınız. Demek bir fady çiğnediniz ki atalarınız sizi hasta ettiler. Sizi artık ombiasy (büyücü) de kurtaramaz; onun yanı sıra “mpisoro” (kutsal rahip) de gelip sizi muayene etmeli. O da gelecek ve sizi evin doğusunda yaptıracağınız 1,5 metre yüksekliğindeki kutsal askıya yatıracak; bu arada atalarınızla bağlantı kurup sizi iyileştirecek.
            Bu kutsamanın sıradan bir gelenek olduğunu düşünüyorsanız, hâlâ Madagaskar’ı tanımamışsınız demektir. Bir defa, kutsamanın en uygun (!) günde yapılması gerekiyor. Bu sırada bir zebunun boğazı iki tarafı keskin bir bıçakla kesiliyor. Kanlı bıçaktan bir damla hastanın ve orada hazır bulunan herkesin alnına sürülüyor. Hayvanın sırt kemikleri hastanın yattığı askının içine konuluyor. Bağırsakları pişiriliyor ve hep birlikte yeniliyor. Etin bir bölümü dağıtılıyor, geri kalanı evde saklanıyor. “impisoro” -elbette ki- etin en iyi bölümünü alıyor. Hasta iyileştiğinde de (iyileşirse tabii) tekrar teşekkür hediyeleri veriliyor.
            Yağmurun yağmaması ya da atalardan birinin rüyada görülmesi de kutsal kabul edilebilen şeyler arasında. Mezarlıkları da ziyaret etmemeye çalışıyorlar. Atalardan biriyle karşılaşmaktan (!) korkuyorlar çünkü.
 
 

Vintana Hazretleri

 
            Gelelim “Vintana” hazretlerine… Kısaca “ölüm ve kader” anlamına geliyor. Ama “kısaca” olmayanı gerçekten “uzun”. Saatlerce, sayfalarca sürebilir anlatmak. Yine de özetlemeye çalışayım:
            Ülkeye, yüzyıllar önce Arap Yarımadası'ndan göçenler, ilginç bir yıldız takvimi kullanıyorlarmış. Buna göre günleri ve ayları pusula yönlerine göre gruplara ayırıyorlarmış. Kişinin doğduğu gün ve saatin, onun yaşamını biçimlendirdiğine inanıyorlarmış çünkü. Buna göre, eğer çok kötü bir “vintana”'da doğmuşsa, öldürülüyor, ailenin diğer bireylerine kötü şans getireceğinden (!) korkuluyormuş. Bugün hâlâ bu inancın derin izleri var.
            Geleneksel evler de bu sisteme göre inşa ediliyor. Buna göre, ev mutlaka kuzey - güney ekseninde yapılıyor; çünkü bu eksen yaşamı simgeliyor; doğu-batı ekseni de ölümü. Evin kuzeydoğusu iyi ve sıcak kabul ediliyor; çünkü güneşin doğduğu yön; atalar bu yönden gelebilirler. Yataklarının baş tarafı da bu yöne bakıyor. Burası, evi yöneten erkeğin de oturduğu köşe. Batı tarafta ise kadınlar oturuyor ve soğuk oluyor. (Kadınlara verilen değeri görüyor musunuz?) Kapı ve pencereler de sürekli bu sisteme göre açılıyor. İlk ay olan “Alahamady” kuzeydoğu köşesiyle özdeşleştiriliyor.
            Günler de apayrı bir vintana konusu. Örneğin, Pazartesi üzüntü günüdür, cenaze törenleri için uygundur, çalışma günü olamaz. Buna karşılık Pazar, yani Alahady, en güçlü gündür. Bu günde işler hızlı ve kolay olur. Ama bu günde cenaze töreni yapılamaz; çünkü fady'ye göre, tören yapılırsa, bu diğerlerinin de ölümüne neden olur. Perşembeler evlilik için iyi bir gündür.
Bunun gibi, her ailenin, her bireyin de günlerle ilgili fady'leri var.
Ayrıca renk faktörü de var tabiî ki. Buna göre, örneğin Pazartesi siyah bir gündür, koyu renkli yiyeceklerin yenmemesi, koyu renkli giysilerin giyilmemesi ve siyah renkli bir tavuğun kurban edilmesi gerekiyor.
Eğer evlenmek istiyorsanız ve müstakbel eşinizle vintana'nız uyuşmuyorsa, üzülmeyin, kolayı var. Çağırın ombiasy'yi (büyücüyü), dua etsin ve ataları ikna etsin, olsun bitsin. Tabiî birazcık parayı gözden çıkaracaksınız. Ee, o kadarcık da olur artık!..
Doğrusu Madagaskarlıların gelenek ve inanç sistemi böyle bir makalade kolayca anlatılabilecek veya yolunuz bu ülkeye düşerse kısa bir geziyle kavranabilecek gibi değil. Yıllarca orada yaşamak gerekir!
Bir de adanın nispeten soğuk aylarında mezarların açılma törenleri var. Eğer rast gelirseniz belki de adanın en ilginç görüntülerini yakalarsınız. Buna da “Famadihana” deniyor. Önceden tüm ailenin onayı alınarak tespit edilen özel günde tüm aile mezarın başında toplanıyor ve müzikle mezar açılıyor. Çıkarılan ölüler yeni bir beyaz beze sarılıyor. Ardından, müzikle başlar üzerinde dans ettiriliyor. Dansla transa geçiliyor, ölü ile sarmaş dolaş olunuyor. Sonra evlerin çevresinde müzik ve dans eşliğinde tur attırılıp tekrar mezara konuluyor. Kimi ailelerin ölülerini zaman zaman birkaç gün evlerinde tuttuklarını; onları, yokluklarında olup bitenlerden haberdar ettiklerini (!); sonra tekrar mezara koyduklarını da öğrendim.
 

 

Büyücüler

 
            Madagaskar'ın her tarafında “ombiasy” denilen şamanlar ve büyücüler, küçük toplulukların tümünde çok önemli bir yere sahipler. Bereket duaları ve mucizevî otlarla pek çok hastalığı iyileştirdiklerine inanıyorlar. Sünnet, evlilik ve ölüm gibi olayları da onlar yönetiyor. Ayrıca, fady'ye aykırı hareket edenler için atalardan af diliyorlar. En popüler ombiasy'ler, Arap göçmeni olan Antaimoro Şamanları. Bunlar hem doktor, hem de astrolog. Bilgilerini kendilerinden sonraki seçilmiş üyeye aktarıyorlar.
 
 

Kral Mezarları ve Atalar

 
Gezimizin üçüncü günü Kral Rabibi’nin mezarına gidiyoruz. Yol boyunca, su sıkıntısı çeken fakir halkı, pirinç tarlalarını ve göğe uzanan mango ağaçlarını görüyoruz. XVII. yüzyılda yaşamış ünlü Kral Rabibi’nin mezarının çevresi, bölgeye has ilginç kaktüs ağaçları ile bezenmiş.
Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim: Madagaskar'da ulaşım berbat. Otobüsler, minibüsler tıklım tıklım. Üstelik de tam dolmadan (yani, yolcuları iyice istiflemeden) kalkmıyorlar. Biz kullanmadık; ama orada otobüs veya minibüse binecekseniz, kişi başına en az iki bilet almanızda yarar var.
Ormanda bazı bölgelerin etrafı alçak bir çitle çevrilmiş; oraya basılmaması gerekiyor. Bilin bakalım neden? Elbette ki “fady hazretleri”nden dolayı. Ayakkabılarımızı çıkarıp taşların üstüne çıkıyoruz. Dağınık kabileleri birleştiren Kral Rabibi’nin mezarı çim üstüne konulmuş kırık bir seramik vazo, paslanmış ufak bir bavul ve bir çandan ibaret. Doğrusu şaşırdık!
Tulear bölgesinde, Madagaskar’ın diğer bölgelerinde olduğu gibi atanın kemikleri mezardan çıkarılmıyor. Ama ölen bir aile büyüğü mezarına gömülmeden evde en az bir hafta konuk ediliyor ve burada sonsuz yolculuğuna hazırlanıyor. Bu yolculuk için gerekli olan eşyalar da (!) kendisine armağan ediliyor elbette. Nihayet rom içilen, müzikli bir törenle bu sonsuz yolculuk başlıyor. Tulear’da bir mezara sadece bir kişi gömülüyor, ancak dağlık bölgelerde toplu aile mezarları da var.
İkinci durağımız ise, “Niyari”. Niyari, bir kralın kızının ismi. Bu bölgede sık sık nehrin taşması sonucu sel felaketi olurmuş ve halkın artık bu sellere direnme gücü kalmamış. Sonunda ataların isteği ile Kral, kızı Niyari’yi, halk arasında “yürüyen ağaç” olarak anılan görkemli ağaçların en büyüğünün altında kurban etmek zorunda kalmış. “Peki, sonra ne olmuş ?”, diyeceksiniz. Eminim size de saçma ve inanılmaz gelecek; ama sel durmuş. Öyle sanıyorum ki, halk, efsaneyi kendi inanmak istediği biçimde sona erdirmiş!
 
 

Şişe Ağaç: Baobab

 
Ertesi sabah herkes sıcak yorgunu. Haydi “Alefa” gidelim. Nereye mi? Baobab ağaçlarını görmek için Morondava’daki Kirindy Millî Parkı’na gidiyoruz. Halkın “şişe ağaç”, “ölümsüz ağaç”, “tepe taklak ağaç” ya da “fil ağacı” gibi isimler taktığı baobab ağacı, yerlilerce, tanrının yarattığı ilk ağaç olarak bilindiğinden dolayı kutsal kabul ediliyor. Belki de bu yüzden bu ağaçlar iki, üç, hatta beş bin yıl yaşamışlar. Mabafaly kabilesi üyeleri, mezarlarının yakınına baobab dikilmesi gerektiğine inanıyorlar. Adansonia Grandidileri, baobabların en uzun boylusu ve en az bulunan türü. Eğer Mart ayında Morondava’yı ziyaret ederseniz, bembeyaz çiçeklerini görebilirsiniz. “Baobab” kelimesinin Arapça’da “çok tohumlu meyve” anlamına geldiğini de eklemek istiyorum. “Madagaskar’a özgü” sözünü belki de en fazla hak eden bu olağanüstü ağaçların, şeytan veya benzeri yaratıklarca topraktan sökülüp, kökleri gökyüzüne gelecek şekilde ters çevrildiği bile söylenmiş.
Baobabların toplam sekiz türü var. Sadece bir türüne (Adamsonia Digitate) çevre adalarda ve Afrika’da tek tük rastlanıyor. Diğerlerinin hepsi sadece Madagaskar’da yetişiyor. Gövdeleri lifli ve süngersi bir yapıda ve su ile dolu olduğu için baobablar ateşe karşı dayanıklı oluyorlar. Bu yüzden pirinç tarlası açmak amacı ile ormanlar yakıldığında, diğer tüm bitkiler yok olurken bu dev ağaçlar ayakta kalabiliyorlar. Ancak yaşlılıktan kendileri yıkılıyorlar. Madagaskarlılar, baobab ağacından çeşitli şekillerde yararlanıyorlar. Önce gövdesinin dış kabuğu soyuluyor ve alttan çıkan ıslak tabaka ince ince kesilerek lif haline getiriliyor. Bu lifler, ip, sepet, müzik aletleri ve şapka yapımında kullanılıyor. baobabların dış kabuğunun soyulması, diğer ağaçlar gibi onlara zarar vermiyor; çünkü soyulan dış kabuk kısa zamanda kendi kendisini onarıyor. Sonra yapraklarından sebze yemeği yapılıyor. Tohumları yağlı ve proteinli oluyor. Dışı kadife gibi tüylü, sert ve beyaz meyvesini, Sakalav kabilesi üyeleri yiyor; ama genelde bu kabukların içi oyulup sebze olarak evlerde kullanılıyor.
            Küçük prens o ünlü kitabında baobab ağaçlarının küçük çalılar olmadığını ve bina büyüklüğünde olduğunu ve fil sürüsünün bile tek bir baobab ağacını yiyemeyeceği vurgulanır.
 
 

Madagaskar’a Özel Sevimli Lemurlar

 
            Madagaskar’da yaşayan 38 cins lemurdan bugün 23 çeşidi kalmış. Yaşam alanları sürekli azalıyor. Her lemur grubunun kendine has özellikleri var.
Berenty Ormanı'nda, yaklaşık 250 hektarlık bir alan içinde, doğal ortamlarında; fakat dış dünyadan tümüyle bağımsız olarak yaşayan lemurları anlatacağım şimdi. Burada, toplam altı çeşit lemur yaşıyor. Bunların en dikkat çekeni de kuyrukları siyah-beyaz halkalı olan lemurlar. Neredeyse insan davranışı içindeler. Dişiler, bebeklerini sırtlarında taşıyor. Yaklaşık on beşli gruplar hâlinde yaşıyorlar. Alışılmışın aksine, aile reisi dişi lemur. Erkekler dövüşüyorlar; ancak, sadece erkekliklerini göstermek için; yani, “show” için. Bu kavgalar daha çok nisan ayındaki eş seçme döneminde gerçekleşiyor. Ancak, bu “show” sırasında ara sıra gerçek kavgalar da olabiliyor. İlginç olanı, dişiler, bu erkeklik gösterisine pek de aldırış etmiyorlar. Kimi zaman yenileni, hatta kendi kabilesinden olmayanı bile seçebiliyorlar. Ancak, erkekler dişilere oranla daha çok kabile değiştiriyorlar. Nisan ayındaki bu eş seçme dönemi, en çok iki hafta sürüyor. Bu birleşme sırasında ilişki sık sık diğer kıskanç adaylar tarafından yarıda kesiliyor. Bu da, özellikle erkek lemuru zor duruma sokuyor.
            Lemurlarda hamilelik süresi yaklaşık dört buçuk ay. Bebek lemur, Ağustosun sonunda dünyaya gözlerini açar. Başlangıçta 10 santimetre boyundadır. Ama, henüz üçüncü günde annesinin vücuduna tırmanmaya başlar. Önce omuzlarına tırmanır, sonra da tıpkı bir jokey gibi annesinin sırtına yapışır. Bu durum, doğrusu görülmeye değer. Başını sağa ve sola çevirerek, çevresindeki hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışır yavru lemur. İkinci haftada artık genç bir hayvandır; annesinin sırtından iner ve birkaç saniye için de olsa çevresindeki ortalama 50 santimetrelik bir bölgeyi keşfe koyulur. Birkaç gün sonra bunu hem günde birkaç defa yapar, hem de daha uzak mesafeleri keşfeder. Üçüncü haftada küçük dallara tırmanmaya ve daldan dala atlamaya başlar. Tabiî bazen yere düşenler olsa da hemen toparlanıp, tekrar dallara tırmanırlar. Ama maalesef kimisi de bu sırada yaşamını yitirir. Genellikle yaşadıkları ortam tehlikesizdir ve yavru lemurun ilk yaşını doldurma ve hayatta kalma olasılığı yarı yarıyadır. Sekizinci haftada artık yüksek ağaçlara da tırmanabilir genç lemur. Sekizinci ve on ikinci haftalar arasında anne lemur artık genç lemurun kendisini emmesine izin vermez; sırtına çıkmasına da. On altıncı haftada genç lemur artık tamamen özgürdür. Ancak, olağan dışı bir tehlike belirdiğinde yine annesinin sırtına çıkma hakkı vardır.
            “Sifaka”, küçük beyaz tüyleri olan bir lemur türü. Bunlar, az önce anlattığım türden biraz daha geç kazanıyorlar bağımsızlıklarını. Temmuzda doğuyor, aralık ayına kadar annelerinin sırtında bir sırt çantası gibi dolaşıyor; sonra yavaş yavaş inmeye başlıyorlar. Annelerinden bütünüyle ayrılmaları yirmi haftayı buluyor. Lemurlar aslında maymunsu hayvanlar. Zaten görünüşleri ve davranışları da öyle. Sürekli yaprak ve meyve yediklerinden, midelerinde oluşan asidi gidermek için zaman zaman bu sevimli hayvanlar toprak yiyorlar. Beyaz olanları iki, koyu renkte olanları da dört ayaklarının üzerinde zıplıyorlar.
            Sifakalar çok sık hareket eden canlılar değiller. Güne güneş banyosuyla başlarlar; açık havada bir ağaca elleri ve ayaklarıyla güzelce tutunup, gözlerini kapatırlar. Böylece güneşlenmeye başlarlar.
            Küçük “fare lemurlar” sadece 55-90 gram arasındalar ve genellikle sığınaklarında saklanıyorlar. Onları ancak, yiyecek bulmak için geceleri dışarı çıktıklarında görebilirsiniz.
 
Kısa Kısa Madagaskar
 
 
  • Madagaskar’ın en önemli besin maddesi pirinçtir. Daha doğrusu lapa. İçine ne yağ ne de tuz koyarlar. Bizim sebzeli, etli, tuzlu ve yağlı pilavımıza bir anlam veremezler. Pirinci kıkırdak ve kemik karışımı bir sosla tüketirler.
  • Ortalama aylık kazanç 40 Amerikan dolarıdır. Halkın çoğu zaten çiftçidir. Onun için “işsizlik” kavramını ve sınırını tanımlamak zor.
  • Taksileri her yanı dökülen eski Fransız otomobilleridir. Araçta sadece 1-2 litre benzin bulunur. Müşteriden para isteyip benzin doldurulur.
  • Suç oranı bu coğrafyada pek düşük değildir, insanı sürekli gülümser. Halkı çok iyi niyetlidir. Bir ayağına basarsanız size ikinci ayağını uzatır.
  • Madagaskar’da hanımlar “kırılgan” olarak kabul edilir. Ailede esas söz sahibi onlardır.
  • Madagaskar’a özgü bir oluşumdur Tsingy. Kireçtaşı platoları binlerce yılda oyularak bıçak keskinliğinde kuleler meydana gelmiş, onlara ulaşmak ve fotoğraflamak pek kolay değil.
  • Madagaskar yerlisi utangaçtır, yabancıların yanında fazla konuşmaz ama gönülleri zengindir, ellerindekini rahatlıkla hediye ederler.
  • Madagaskar’da yaşamını sürdüren 14 bin Fransız bulunmakta.
  • Bizim ünlü kelaynaklarımız Urfa’nın Bilecik ilçesinden kışın buraya göç ediyor.
  • Madagaskar’da çamaşır ipi ve mandal kullanılmaz. Çamaşırlar hep çimlere serilir.
  • James Bond’un ilk filmi bu kayıp-adada çekilmiştir.
  • Başkentin sokaklarında terk edilen çocuk ile evsizlere rastlarsınız. Nüfusun %50’si 14 yaşın altındadır.
          Editör:Prof.Dr. ORHAN KURAL